‘The Bear’ komik mi gerçekten?

Başarılı bir şefin uzun süre uzak kaldığı aile restoranını kapanmaktan koruması, bu süreçte diğer çalışanlarla kurduğu kah umutlu kah hüzünlü yaşamı konu eden ‘The Bear’, incelikli senaryosu ve kaliteli oyunculuklarıyla birçok kişinin kalbini çaldı. Yayınlanan iki sezonuyla birçok ödül töreninde en iyi dizi ve oyunculuk dallarında aday gösterildi. Fakat gösterildiği aday kategorisinin komedi olması herkesi şaşkına çevirdi. Dizi izleyicisi birçokları gibi şunu sormadan edemedim: Komedi mi? “tam olarak nerede?” Bu yazıda, Emmy ve Golden Globe, ardından geçtiğimiz günlerde yayınlanan Screen Actors Guild töreninden de ödüllerle dönen bu dizinin komedi olarak görülmesinin neden sorunlu olduğunu anlatacağım.

‘The Bear’, aile, yas, bağımlılık, azim ve psikolojik toparlanma gibi temalar üzerinden dramatik bir hikaye anlatıyor. Baş karakteri Carmy, dünyanın en prestijli restoranlarında çalışmış ve bu kariyerin en yüksek noktalarından biri olan James Beard ödülünü almış başarılı bir şef. Bu başarısının perde arkasında, Carmy’nin restoranlarda geçirdiği zamanlara geri dönüşler yaşadığını, Baş Aşçı tarafından azarlandığını ve yoğun stres altında akıl sağlığını koruyamadığını izliyoruz. Geçenlerde bir arkadaşımın dediği gibi, bu yıldızlı restoranlarda çalışmak “sanki orduya katılmak gibi” bir mükemmeliyetçilik cehennemi (Yes, Chef!). Carmy, ayrıca çeşitli ailesel travmalardan muzdarip ve intihar eden ağabeyine yardım edememenin suçluluğunu taşıyor; depresyonda ve çevresindeki insanlara yakınlık duymakta zorlanıyor. Bu olay örgüsünden de anlaşılacağı gibi dizinin komedi dalındaki adaylıklarını anlamak oldukça güç. Bazı sahnelerde elbette gülümsüyoruz ama izlediğimiz aslında modern bir trajedi. Gold Derby editörünün dediği gibi, “bu dizi ancak bir kalp krizi kadar komik”.

MUTFAK ÇALIŞANLARININ DENEYİMLERİ

Dizinin komedi olarak sınıflandırılmasındaki probleme değinmeden önce, mutfak çalışanlarının deneyimlerine biraz yakından bakalım istiyorum. Arkadaşlarım arasında, mutfak sektöründe uzun yıllardır çalışmış insanlar var. Adrenalin, kahkaha, yer yer küfür dolu mesaileri, “bunu da artık halledemezsiniz” dediğim sorunların altından pratik zeka, takım çalışması ve üstün yetenekle kalktıkları hikayeleri çok dinledim. Merhum efsane Anthony Bourdain’in ‘Mutfak Sırları’ kitabında çarpıcı bir gerçeklikle anlattığı, yalnızca mutfak çalışanlarının anlayıp seveceği garip bir eğlence anlayışları var. Fakat bu eğlenceli hikayelerde dikkatimi çeken başka bir nokta da sektördeki kötü çalışma koşulları oldu hep. Gordon Ramsey gibi şefler tarafından aşağılandıkları reality şovlar, romantikleştirilerek anlatıldıkları filmler ve TV dizilerinden çok başka ve zor bir yaşantıları var. Küçük aile restoranlarından, 3 Michelin yıldızlı restoranlara kadar tüm işgücü halen 19. yüzyıl Sanayi Devrimi koşullarında. Birçok mutfak çalışanı, 12-13 saatlik mesaili işlerde hafta sonu ya da resmi tatil izni olmadan çalışıyor; yeri geldiğinde iş yerinde uyuyor, öğle yemeklerini birkaç dakika içinde çöp kutusunun yanında yiyip işe dönüyor, uzun bir günü bitkin bir şekilde bitirip, yine erkenden yeni günün hazırlığı için geri geliyor. Belki 19. yüzyıl fabrika yaşamından daha kötü olan tarafıysa, “siz bir vizyonersiniz, bir sanatçısınız ve bir hayal yaratıcısınız” kisvesi altında çektikleri sıkıntıların sanki yokmuş gibi davranılması. ‘Chef’s Table’ gibi popüler yemek şovları, gastronomi eğitiminden sonra, kaynağı belirsiz bir fonla Japonya’da ünlü bir şefin yanında 2 yıllık bir staj yapan, kendilerini keşfettikleri bu iç yolculuktan dönüp milyon dolarlık bir restoran açabilen vizyoner şefler yalanını estetize edilmiş bir şekilde satıyor. “Yeterince hırslıysa herkes bu sektörde başarılı olabilir” diyorlar bize, “sen sadece işini yap ve söylenme”.

Pandemi, mutfak sektöründeki bu zorlu ve insani olmayan çalışma koşullarına ışık tuttu. Düşük maaşlar, iş güvencesizliği, sağlık haklarından yoksunluk gibi sektörün verili kabul edilen şartları pandemiyle daha görünür hale geldiği için çalışanlar daha iyi koşullara sahip diğer iş alanlarına yöneldiler (1, 2, 3). Bir başka verili durum olan ünlü şeflerin istismarcı davranışları ifşa edilmeye ve geçmişin tersine bu kez kamuoyunca ayıplanmaya başlandı (1). Bazı yöneticiler iş koşullarında daha yüksek ücretler, sağlık sigortası ve ücretli tatil izinleri gibi değişiklikler yapmaya karar verdiler (1). Ancak mükemmellik için büyük fedakarlıkların yapılması gerektiği efsanesi hala varlığını sürdürüyor.

DİZİLERİN TASVİR ETTİĞİ SERT GERÇEKLİKLE YÜZLEŞMEK

Sektörde ilk elden deneyim sahibi olan izleyiciler, programın hızlı ilerleyen mutfak sahnelerinde travma sonrası stres bozukluğu benzeri semptomlar yaşadıklarından bahsediyorlar. Bazıları, hissettikleri kuvvetli duygular nedeniyle bazı bölümleri bitiremediklerini ifade ediyor. Sezon sonlarında yaşanan insan üstü dayanıklılık gerektiren stres anları bile anladığımız kadarıyla mutfak çalışanları için oldukça sık karşılaşılan deneyimler. Sektör çalışanları arasındaki yaygın ruh sağlığı ve bağımlılık sorunları olduğu bilgisi, diziyi izleyen kimseyi eminim şaşırtmayacaktır. Bütün bunlara rağmen, ‘The Bear’ komedi kategorisinde yarışıyor. Bu garip durumu farklı şekillerde açıklayanlar var. Bazıları bunu komedinin sınırlarının genişlemesine ve dramayla iç içe geçmesini bağlıyor ve bu karmaşıklığın sanatın özünü daha iyi yansıttığını iddia ediyor (1). Kesin bilgi olmasa da, bazılarına göre yapımcılar bu yola daha fazla ödül almak için başvurmuş olabilir. Zira ‘The Crown’ ya da ‘Succession’ gibi senaryo ve oyunculuk açısından güçlü yapımlarla yarışmak yerine, diğer komedi dizileriyle yarışmak ‘The Bear’i daha avantajlı kılmış olabilir (1). Bazılarıysa bu gelişmeden hiç memnun değil. Dizinin başarısının, geleneksel komedi yapılarını takip etmeyen yapımların, ‘Barry’ gibi, daha prestijli olarak görülmesinden kaynaklandığı görüşünde (1). Dizinin yetenekli oyuncusu Ebon Moss-Bachrach’a göreyse, dizi “Son derece komik olan insan olmanın karmaşasını yansıtmaya çalışıyor”. Ben bu analizlere katılmıyorum. Daha doğrusu, bu sebeplerin bir yere kadar doğru olabileceğini ama daha önemli ve gözden kaçan bir sebep olduğunu düşünüyorum.

Bu dizileri komedi kategorisine koyuyoruz çünkü toplum olarak tasvir ettikleri sert gerçeklikle yüzleşmekte zorlanıyoruz. Amerika’daki siyahların absürt derecelere varan ırkçılık deneyimlerinin anlatıldığı ‘Atlanta’ dizisi de aynı kaderi paylaştı, yayında olduğu sezonlar boyunca ödül törenlerinde komedi kategorisinde yarıştı. Her bölümde somutlaşan ve insanı çileden çıkaran eşitsizlikler nedeniyle diziyi izlemekten kaçındığım dönemler hatırlıyorum. Sanki, bir toplum olarak bu hikayelerin bir dram olduğunu kabul edersek, kolektif çözüm ve yapısal değişim gerektiren toplumsal sorunlar olduklarıyla da yüzleşmek zorunda kalacağız gibi. Mutfak çalışanlarının dünyayla ve sevdikleriyle ilişkisini bozan, fiziksel ve ruhsal sağlıklarını zorlayan stres dolu çalışma koşullarına tanık olup kızmak, bir şeylerin değişmesi için bir araya gelmek yerine, komedileştirilmiş yani eğlence haline getirilmiş bir dizi izliyoruz. Bu nedenle, sektördeki zorlu deneyimleri görünür kılmak yerine üstünü örtmüş oluyor.

‘The Bear’, aile içinde yaşadığı acılarından kurtulmak için yöneldiği meslek tarafından da hırpalanmış, azmi ve yetenekleri sömürülmüş, hayatını yeniden kurmaya çalışan Carmy’nin hikayesi. Evet, mutfak sektörü bizim için inanılmaz güzellikler üreten bir yer ancak bunu maalesef onu yaratan insanların hayatları pahasına gerçekleşiyor. Ama böyle olmak zorunda değil. Sektörün çalışma ortamının ve koşullarının değişme zamanı geldi de geçiyor. Bize söylenense değişmesi gereken bu çalışma koşullarının yarattığı acılara gülüp geçmemiz.

Trajedi + Zaman = Komedi midir? Bir gerçekliği yarattığı zararı anlamadan, değiştirmeye çalışmadan komedileştirmekte acele etmeyelim derim, hele de ödül törenlerinde.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir